Ülkemizin Taşeli Yöresi, Orta Toroslar’da Alanya’nın doğusundan başlayarak kıyıda Gazipaşa, Anamur, Bozyazı, Aydıncık ve Silifke’nin batı kesimleri ile iç kesimlerde Gülnar, Mut ve Ermenek’i kapsayan ve arazi yapısı çok kayalık ve engebeli çoğunlukla yamaçları Akdeniz’e bakan orman ve fundalık alanlardan oluşan bir bölgedir.
İlkbaharda toprağın en erken canlandığı, bitkilerin uyandığı ve bu canlılığın belirgin olarak görüldüğü yöre bu bölgemizdir. İlkbahar her yerde güzeldir. Ancak Akdeniz’in bu bölgesinde ilk olmanın verdiği mutluluğu gururu bize yaşatır. Sonbahar da güzel geçer buralarda. Zamanın ve güneşin en bereketli hali ile olgunlaştırdığı bitki örtüsü; bağ ve bahçelerde, olgunlaşan meyveleri toplanınca ağaçların dökülen yaprakları ile sararan ve solan bitki örtüsü kışa girmeden görülmeye değer. Ancak ilkbahar bir başka tabii, gidenler görürler; sonbaharın, kışın götürdüklerinin yerine mevsimin yenilerini en mucizevî şekilde yeniden getirdiğini.
İş güç arasında farkında olsak da olmasak da bizlerin gözünün önünde şekillenen bu durum biteviye devam eder. Doğanın bu eski yeni her hali bitki ve çiçeklerin tüm renkleri tüm tonları, memleketin her yerinden evvel burada yaşanmaktadır.
Örnek verilirse; nergisler burada açar, akasyaların sarı, dağ erguvanlarının mor çiçekleri, dikenlerin sarıdan mora tüm renkleri, sığırkuyruğunun yine sarıçiçekleri, kırlarda papatyaların onlarca türü görülür burada. Hele erken baharda kırlarda, meralarda, yol kenarlarında; tabiatın yeşilin her türlüsü ile toprağın kucaklaştığı her yerde öbek öbek kırmızının yer aldığı gelincikler bir başkadır buralarda.
Ilık ve güneşli bir ilkbahar sabahında; hafif bir rüzgarda görmelisiniz siz bu al bayrağı çağrıştıran kırmızı tufanı. Ne yazık ki kıyı şeridinde bu güzellik öyle uzun sürmez. Taşeli’nin dağ yamaçlarına çıkıldıkça, sahilden yükseğe yaylalara varıldıkça güzelliğin mevsime bağlı olarak uzaklaşmakta olduğu adeta gözle görülür.
Yörenin insanı bana göre çalışkandır. Bu bölgelerde ne kadar çok çalışsa da fazla bir zenginliğin sahibi değildir. İşinden gücünden başını kaldırıp sözünü ettiğimiz güzellikleri görmeye ayıracak zamanı da yoktur. İnsanlar genellikle toprağa bağlı, emek yoğun bir çalışma ve üretme içindedir.
Bekliyorsunuz değil mi yazılanın “Şakayık”la alakası nedir diye? O vakit anlatayım. Feminist köpürtmeler dışında olsa da giderek yaygınlaşan kadın ve şiddet olgusu üzerine düşünmenizi istedim.
Gelincik, yaban lalesi, ya da sözünü ettiğim ilkbaharın kırmızı süsü; bizim bildiğimiz şeklinin dışında 30’dan fazla türünün de olduğu söylenen “Şakayık” çiçeğidir. Bilindiği gibi Türkçe de; -cık (-cik, -cuk, -cük, -çık, -çik, ) küçültme, azlık, acıma, sevgi, şefkat bildiren tanımlamalar yaptığı gibi, bitki isimleri de yapar: kızıl-cık, gelin-cik de olduğu gibi. Görüleceği gibi dilimizde gelincik tanımlamasında kadına özgü sevgi, şefkat olduğu gibi, korunması gereken küçük ama kıymetli bir özellik ve sanat içerikli bir güzelliği çağrıştırdığından söz edilebilir. Biraz daha açalım; gelincik çiçeğinin kadına has bir sosyal durumla ifade edilen isimlendirilme bağlantısına dikkatinizi çekmek istedim.
Efendimiz; “İnnema’n ni-nisa ‘ şakayıku’r-rical”: “Şüphesiz kadın, erkeğin şakayığı yani gelincik çiçeğidir.”(Hadis-i Şerif) 1400 yıl önce böyle söylediği rivayet edilir. Bu kadar yıl önce böylesi yüksek bir insani değere ulaşmış bir medeniyetin çocuklarını kim böyle aşağıya çekmiş cahiliye dönemine döndürmüş, sorgulamalıyız. Ecdadımızın yaptığı “eyi” şeyleri başımızın üstünde, tutar gururla yad ederiz, hakkımızdır. Ancak insanlığın bu aydınlık yüzünü bize taşıyan oku takibi bırakıp, karanlığın okunu kim takip etmiş ki bu istenmeyen safilin istikamete, şiddete sürüklenmişiz, anlamak güçtür. Kadının “Şakayık” çiçekleri olduğunu söyleyen Peygamberin izini sürdüğünü söyleyenler şiddeti marifet sayar olmuşlar. İnsan çiçeklerine kıyar mı? İnanılır gibi değil. Her bahar bize baharı getiren gelincik çiçeklerini ayrık otu yerine koyup el süren, yolup atmak isteyen aklın; Nebinin izinden gittiği düşünülemez.
İnsan sevdiği şeyi özenle, olması gerektiği yerde saklar, gayesine uygun hak ettiği yerde; doğurgan, üretken katunlar olmasını sağlamaz mı? Analarımız, kızlarımız belki de hiç dile getiremediğimiz düşünce dünyamızın derinliklerinde sırlarımız, gizemli ama dokunulmaz olarak saklı kalsın istenmez mi? Ülkemiz erkeğinin bunu istediğini düşünürüm. Efendimizin, şakayıklara/gelincik çiçeklerine benzettiği kadınlarımızın; narin, naif ve zarif bir çiçek olduğu kadar, bizi doğuran kadın, tarlada, okulda, fabrikada, hastanede, üniversitede tüm çalışma alanlarında yan yana omuz omuza hayatın yükünü paylaştığımız yârimiz, hiç şüphesiz yarımız; pek ifşa etmeyi sevmesek de gönül dünyamızın hırsızları, olduğunun bilincinde eşler olmak durumunda olmalıyız.
Obalarımızda şiddetin diğer yörelere göre sınırlı olduğunu düşünür Ülkemiz ortalamasının altında olduğunu temenni ederim. Beğendiğim bir yazar erkeklere; “… gelinciğin hoyrat tavırlara, şiddete, haksızlığa maruz kalmak bir yana el üstünde tutulması, kırmızı renginin asaleti ve güzelliği içinde renginin soldurulmaması gerektiğini bilmeli ve ona göre davranmalıdırlar.” diyor. Bu söze bende yürekten katılıyorum. Elbette şartlar bazen namüsait çetin olabilir ancak her kaydu-şart altında bile metanetimizi kaybedip, anlık hareketler sonunda şakayıklara haksızlık yaparak geleceğimizi bedbaht etmeyelim.
Hoşça kalın sevgiyle kalın. 06.05.2016