İmece, Yörük ve yaylalarımız

İmece, Yörük ve yaylalarımız

Yörük; yürümek kelimesinden türemiş, göçebe yaşam biçimini seçmiş Türkmenlerdir. Yayla hayatı yaşayan obalar için de kullanılır. Asayiş ve devlet otoritesinin temini için Yörüklere mecburi iskân yaptırılıp göçebe yaşam tarzından vazgeçirilmiştir. Az miktarda Toroslarda göçebe yaşam tarzı Yörükler bulunmaktadır.
Bunları niçin yazdım; biz de iskâna mecbur edilmiş ama kısmi göçebe hayatı yaşayan, yaylalara üç dört ay gibi kısa süreli, davarları(keçileri) ile göç eden Yörüklerdeniz. Elli altmış sene öncesinde Anamur’un köyleri, özellikle köyümüzde (Kükür köyü) yaşayanların, geçimi hayvancılıkla olurdu. Kışın köyde, yazın yaylalarda olunurdu. Şubat’ın sonu Mart’ın içinde hayvanlar doğum yapar (kuzlamak denir). Nisan sonlarına kadar oğlaklar ayrı, keçiler ayrı güdülürdü(otlatılırdı). Bahar mevsiminde keçilerin barınma yerleri geceleri biraz kırsallara götürülür, ağıl dediğimiz yerlerde yatırılırdı. Sabah namazı ile birlikte çobanlar hayvanları otlatmaya götürürlerdi. Sıcakların başlamasıyla birlikte, gündüzleri de dere kenarlarında piladan(çınar) ağaçlarının dibine ve su bulunan yerlerine götürülür, kuşluk yani gündüz sıcağının başladığı saatten, saat üçe dörde kadar dinlendirilirdi. O saatten sonra tekrar ormana hayvanların otlayabileceği dağa götürülürdü. Hayvanlar bu süre içinde iki defa sağılırdı.
Nisan’ın sonu Mayıs’ın başında akrabalar ya da aralarında anlaşabilen aileler birbirleri ile eşleşerek yaylaya göç ederler, yaylada eşleşmiş aileler arasında iki aileden birinin bir ferdi keçileri, diğer ailenin bir ferdi de oğlakları dağda güderdi(otlatırdı). Böylece aileler arası iş bölümü yapılmış olur ve o alanda çalışan sayısı aza indirilmiş olurdu.
Yaylaya da aile içerisinden belirli kişiler ve özellikle çocuklar göçerdi. Ailenin diğer fertleri belirli bir süre için sahilde kalırdı. Çünkü kıştan ekilmiş olan ekinler, Haziran ayı içerisinde biçilip harmanlanması gerekirdi.
Ekin biçme oraklarla olurdu. Ekinin çok ya da az oluşuna göre bir iki kişi 15- 20 gün gibi bir sürede biçerlerdi. Mahallelerde genelde ekin biçmeye aynı anda başlanırdı. Biçilmiş ekinler( buğday ya da arpa) deste edilirdi. Bu desteler ip bağlanarak sırtta, ya da kişinin iki kolu arasında omzuna alarak harmanın bir kenarına çekilir yığılırdı. İleriki bir tarihte ekinler hayvanın(atın) arkasındaki döven ile harman dediğimiz daire şeklindeki alanda sürülürdü. Buna sap sürmek denirdi. Genelde bu işlemleri herkes aynı anda bitirmeye çalışırdı. Zira bütün komşular, kapılara kilit vurup, birlikte yaylaya gideceklerdir. Eğer komşulardan biri ekin biçmede geç kalmış ise, diğerleri toplanır, imece dediğimiz, isteğe bağlı yardımlaşmayla bitirilirdi. Bu eksiklik imece usulü ile komşular tarafından giderilmiş, tamamlanmış olurdu.
Arazideki deste edilmiş ekinler de harmana çekilmelidir. İşte bu işlem, tek ya da iki kişiyle yapılamayacağı için yine imece usulü ile çekme işi birlikte yapılırdı.
İmece; köylerde yazılı olmayan hukuka dayalı, fertler tarafından kabul edilmiş bir dayanışma ve yardımlaşma biçimidir. Eğer maddi bir değer toplanacaksa, ona da salma denir. Köyün bekçisi, muhtar tarafından görevlendirilir, her eve bilgi verir, toplanması gereken şey toplanır.
Ben çok küçüktüm ve benim yaşımdaki her çocuk yaylaya giderdi. Ama beni babam belli bir dönem göndermedi. Zira babasız anasız yayla ortamında diğer çocuklardan küfür öğrenir diye. İşte yaylaya gitmediğim bir zamanda ekin biçme zamanı, mahallemizdeki Çoban Osman dayının evi kaza ile yanmış, ev ve bütün eşyalar kül olmuştu. Babam muhtardı, köy bekçisi ile salma salmış, herkesin gücü ve varlığı oranında yardım yapılmasını istemişti. Yiyecek, giyecek, yatak, yorgan ve her türlü yardım yapılmış ve eskisinden daha çok malzeme temin edilmişti. Yanan evin yerine de çok kısa sürede, bütün köylü birleşti imece usulü ile daha güzel bir ev yapıldığını hayal mayal hatırlıyorum. Bu vesile ile de Hak’kın rahmetine kavuşan Çoban Dayı’ya da(Osman Toprak) mekânın Cennet olsun diyorum.
Yaylaya, eşyalar at ve eşek sırtında götürülürdü. Çok az sayıda kap kacak, yatak yorgan, yere sermek için çul, süt pişirmek için kazan ve bir çuval un götürülürdü. Bizim mahallenin (Enişbükü, Hasanbükü ve Sazak) yayla yolu güzergâhı; Güzlek, Karagoyun, Çakıl Dibi, Tavşancıl, B.k Durukmaz ve 1500- 1600 metre yükseklikteki Kaş. B.k durukmaz isminden de anlaşılacağı üzere, çok dik ve yamaç çıkılarak Kaş’a ulaşılıyor. Sırtı yüklü hayvanların bu yayla yolundan sırtı yüklü gitmeleri ve bu yaylaya ulaşabilmeleri bir mucize.
Kaş yaylasından sonra Selavat yaylası gelir; bu yerleşim yerinde de Sazak’tan ve Asmaca’dan ailelerin yerleştiğini hatırlıyorum. Arkasından gelen yayla Yastımuğar; pek hatırlamıyorum ama biraz karışık mahallelerden Maşat’tan, Kızılcakaya’dan oturanlar olurdu burada. Sonrasında Çukurmuğar; dünyanın en büyük mağaralarından birinin bulunduğu resmi söylemiyle Çukur Pınar’ı, burada da Görpeliler kalırdı. Çukurmuğar, yaylanın en kalabalık mahallesi idi. Silifke’deki Cennet ve Cehennem’deki Cehennem gibi aşağıda çukur bir biçimdeki bu yerleşim yerinden çıktıktan sonra, Sazak’lıların ve Asmaca’lıların yaylası olan Balaban gelmekte. Aklımda kaldığı kadarıyla 700-800 metre ötede Ortayurt yaylası vardı ve biz orda otururduk. Enişbükü ve Hasanbük’lülerin yaylası. Yayladaki evler taş duvarla çevrilmiş 15- 20 metrekarelik alan ve üzeri ladin dalları ile kapatılmış şekilde bir oda olurdu. Ama bizim ev dediğimiz yer dağın koltuğunda in şeklinde idi.4 ay gibi bir süre yaylada oturulurdu. Sular çok soğuk kaynak suyu idi ve bol kar olurdu. Pekmezli karlı hoşaf en iyi yiyeceklerimizdendi.
Bu kadar uzun süre içerisinde gençler yaylanın çayırlı alanında, hayvan tüyünden (Deve veya sığır tüyünden) yapılmış topla oynarlardı. Yine delikanlılar aynı alanda çelik çomak dediğimiz oyunu oynarlardı. Geceleri de gelinlik yaştaki kızlar ve evlenecek yaştaki delikanlılar, belki de birbirlerine açılamayan gizli aşıklar ve gizli gizli uzaktan birbirlerini sevenlerin olduğu gençler geceleri ay ışığında saklambaç oynarlardı. Ve evli bekar bay ve bayan herkesin oynadığı Cıngırtlak oynanırdı.
Üzüm ve incirlerin yetiştiği zamanlarda sahilden daha ilerdeki yaylalara erzak götüren kişileri subaşında (Her subaşında ağaçtan yapılmış oluklar olurdu, su içmek isteyen bu oluklara ağzını dayar ve içerdi.) bize sahilden getirdiği incir ve üzümden verse de yesek diye beklerdik.
Yaylanın en önemli yiyeceği bir çuval un ve katık olarak da süt idi. Sütler kazanda pişirilir, soğutulur, soğumuş süt kazanın üzerinde en az yarım santim kalınlıkta kaymak oluşurdu. O kaymak biraz soğutulunca, duvarlara sokulmuş parmak kalınlığında çubuklar üstüne asılır ve iyice kurutulurdu. İleriki tarihlerde çerez gibi kıtır kıtır yenirdi. Ocakta pişirilen süt başka kaba aktarılınca, kazanın dibinde az kalmış sütle birlikte dibine tutmuş süte, bazlama doğrayıp yemek kadar güzel bir yiyecek olamazdı. Süt; süt olarak bir yiyecek, sütten yoğurt yapılır o da bir katık, yoğurt yayıklarda yayılır ayran ve yağ elde edilir, ayranın kaynatılması sonucu da keş elde edilirdi. Bu saydıklarım bir çuval undan yapılan ekmeğin katığı olurdu.
Eski ve çocukluk hatıraları. İyi hatıralarınızın çok olmasını dilerim. Hoş kalın. 29 Eylül 2012

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam algılamasını kapatınız.